Gotik

Gotik üslup, 12. yy.’ın sonu ile 13. yy. başlarında Fransa’da ortaya çıkmış ve farklı sanat dallarını etkilemiş bir üsluptur. Gotik kelimesi, barbar bir kavim olan Gothlar ile dolaylı olarak bağlantılıdır. Rönesans devri İtalyan sanatçılar, Alplerin kuzeyinden gelen herşeyi gotik olarak tanımlamışlar, bu yüzden de bu üsluba gotik adını uygun bulmuşlardır. Buradan da anlaşılacağı üzere bu güzel ortaçağ üslubu, adını çok sonra almıştır.

Avrupa’da özellikle 1100’lü yılların sonlarına doğru ciddi ekonomik ve sosyal değişimler yaşanmaya başlanmıştır. Kavimler göçü ile Avrupa halklarının birliğe daha çok ihtiyacı olduğu anlaşılmış ve kalabalık halinde güvenli yaşanabilecek şehirlere olan ilgi artmıştır. Şehir yaşantısında bireyler derebeylere bağlı olmayan kendi özgür hayatlarını yaşayan şehir kurallarına bağlı tüccarlar ve zanaatkarlardı. Bu grupların uyumlu yaşantıları şehirleri geliştirmiş ve büyümesini sağlamıştır. Şehir yaşamının gelişmesi, barbar kavimlere olan nefret ve korkunun, korkunun artması da dinin yani kilisenin gücünün artmasına sebep olmuştur.

 

 

Şehirlerde büyük kalabalıkların toplanması ve bu kalabalık insan topluluklarının dini öğretiye olan ihtiyaçları, skolastik felsefenin yükselişini beraberinde getirmiştir. Skolastik felsefe, doğru’nun akıl yolu ile kavranabilmesinin okullarda mümkün olduğunu savunan bir felsefe görüştür. Hristiyan inancında skolastik felsefe, inancının temellendirilip sistematize edilmesi amacında kullanılmıştır.

Skolastik felsefenin Avrupa’da yayılması, inancın akılla kavranabileceğini okullarda öğreten din adamlarının halk üzerindeki etkisinin artmasında önemi büyüktür. Ancak din adamlarının etkisinin artması, toplumda akılcılığın egemen olması ve tanrı kavramının yeni bir anlayışa oturması, naturalizm’in gelişmesine sebep olmuştur. Tanrının doğa ile kavranabileceği, bütün canlı ve cansız varlıkların tanrı’nın birer mucizesi olduğu inancı, eski mistik ve ulaşılmaz dini güçlerin yerini daha renkli ve büyüleyici bir dünyaya olan ihtiyacı doğurmuştur. Gotik yapıların dış cephe süslemelerinde çok sayıda görülen bitki ve hayvan motifleri, bunun en güzel kanıtıdır.

Mimariye etkisi

Gotik sanatın başlangıç dalı mimaridir. İlk örnekleri Paris’in kuzeyinde bulunan Ille de France denen bölgede görülmeye başlanmıştır. İlk uygulayıcısı, St. Denis manastırının koro kısmını 1140 – 1144 yılları arasında yeniden yapan ismi belirsiz kişidir. Bu tarihten sonra da Fransa’da ve daha sonra bütün Avrupa’da şehirler büyük katedrallerini bu üslupta yapmak veya değiştirmek için adeta birbirleri ile yarışmışlardır. Gotik yapılar, şehirlerden ayrı değil şehir yaşamının bir parçası olarak kabul edilerek evlere yakın yapılmıştır. Bu yüzden Avrupa şehirlerinde birden karşınıza küçük ya da büyük gotik mimari örnekleri çıkabilir. Bu binalara dıştan bakıldığında ilk fark edebileceğimiz şey,  yükseklik duygusudur. Yapının olabildiğince yükseğe çıkarılmasındaki amaç, tanrının evinin görkemli görünmesini sağlamak ancak en önemli amaç, göğe olabildiğince yükselebilmektir. Bir kural olmamakla birlikte yükseklik genellikle genişliğin iki katı şeklinde görülebilir.

Binaların göğe yükselebilmesini sağlayan şey, tonoz olarak adlandırılan yarım daire şeklindeki tavanın yükseltilmesidir. Tavanın yüksek olabilmesi için yan ve iç kemerlerin uçları sivriltilmiştir. Gotik yapılarda yükseklik, ciddi bir taşıma problemi doğurmuştur. Tonozların ağırlığı, yuvarlak kemerler yerine sivri kemerler sayesinde rahatlıkla sütunlara ve payanda dediğimiz dış desteklere ve oradan da binanın temeline rahatlıkla aktarılabiliyordu. Bu kolaylık, mimarların daha da yüksek, ihtişamlı binalar yapabilmelerine fırsat tanımıştır.

Sivri kemerli sütunların araları ışığı içeri yansıtacak büyük vitraylarla doldurulmuş ve böylelikle farklı renklerde binanın içerisinin mümkün olduğunca ışıkla dolması sağlanmaya çalışılmıştır. Vitraylarda özellikle İncil’den sahneler bolca konu olarak çalışılmış, daha sonraki sanat akımlarına bu vitraylarda işlenen primitif konular ilham kaynağı olmuştur. Yapının içindeki yüksek tavan, ışık bolluğu, yüksek sütunlar,  yerçekimine meydan okur bir izlenim uyandırmaktadır. Bu illüzyon, binanın dışına çıkıldığında dışarıdan görününce payandalar ve destek kemerleri ile çözülmektedir.

Gotik dini yapıların dikkat çeken özelliklerinden birisi, azametli alınlıklarıdır. Bu alınlıklar, binanın tümünde olduğu çok çeşitli ve çok sayıda süslemeye sahiptir. Alınlıkların büyüklüğü aynı zamanda yapı için bir zırh izlenimi doğurmaktadır. Yapının içerisine girerken kendinizi güvende hissedeceğiniz bir ortama giriyormuş hissine kapılırsınız.

Gotik yapıların büyüklüğü, ister istemez akılda bu yapılarda çalışacak insan gücünün büyüklüğünü düşündürüyor. Ancak burada bizi en çok şaşırtan şey, soylular ve din adamları dahil olmak üzere bütün şehir halkının gönüllü olarak hem mali destek sağlamış olmaları hem de emek olarak binaların yapımında çalışmış olmalarıdır. Burada dini duygular kadar, katedrallerin o yöre halkı için gurur kaynağı olması da önemlidir. Katedralin şehrin uzaklarından dahi rahatlıkla görülebiliyor olması, şehir halkı için gurur verici bir durumdur.
 

Görkem ile ilgili, dönemin inancına tekrar değinmekte yarar var. Tanrıya yalnız inanç ile değil aynı zamanda mantık aracılığı ile de ulaşılabileceği düşüncesinde tanrıya karışık ama temiz, katı ancak ince bir düşünce ile varılabilir. Binalar da bu düşünceyi yansıtmaktadır. Yapılar hem karmaşık ama detaylarda saf, usulen sert ama yine ayrıntılarda çok zengin ve ince bir ruhun ürünü olarak karşımıza çıkıyorlar.

Bu sanat üslubunun en önemli örnekleri olarak Chartres Katedrali (Fransa), Notre Dame Katedrali (Fransa),  Amiens Katedrali (Fransa), Salisbury Katedrali (İngiltere),  Milano Katedrali (İtalya) gösterilebilir.

Resim ve Heykel sanatlarına etkisi

Fransız resmindeki devrim daha çok Fransa'da çalışmaya gelen bir grup Flaman sanatçının eseri olmuştu. Bu Kuzeyli sanatçıların naturalist eğilimleri Paris, Dijon ve Bourges gibi sanat merkezlerinde gotik sanatın devamıyla kaynaşarak uluslararası gotik sanatın ortaya çıkmasını sağladı.

Prag, Valencia, Milano, Hamburg gibi şehirlerde birden oluşmaya başlayan bu uluslararası üslup, düşsel bir dünya tasarımıyla gündelik hayattan görünümlerin bir arada ele alınışına dayanıyordu. Bu karışım mekân ve hacmin dikkatli bir çözümlenmesiyle çizgisel bir zarafetin de uzlaşmasıydı. Bu ilginç ve hoş karşıtlık Duc de Berry'nin korumasında çalışan Limbourg kardeşler (Pol, Hennequin, Hermann -15. yüzyıl başları) gibi sanatçıların eserlerinde görülür. Les Tres Riches Heures du Duc de Berry adını taşıyan başeserin minyatürleri de bu ressamların eseriydi. Burgundy dükünün ressamları, Beaumetz, Melouel, Bellechose (1400-1444)'un eserleri de benzer özellikler taşırlar.

15. yüzyılın ilk yarısında Flemalleli Usta (Robert Campin), Jan Van Eyck gibi Kuzeyliler ve Masaccio gibi İtalyan ressamları, resim sanatına yepyeni ufuklar açarlarken Fransız ressamları İngiltere-Fransa arasındaki yüzyıl savaşları yüzünden geride kalmış, uluslararası gotik üslubun sınırlarını aşamamışlardı. Fransız resim okulu ancak 15. yüzyılın ikinci yarısında gelişti. Ama yine de Flaman ve İtalyan okullarıyla karşılaştırılabilecek etkinlikte olduğu söylenemezdi. 15. yüzyılın ikinci yarısında, 14. yüzyıl içinde de resim faaliyetlerine sahne olan bir taşra şehri, Avignon, Fransız resminin önemli merkezlerinden biriydi. Avignon'da önceleri sanatı koruyan papaların yerini şimdi de burjuvalar almıştı.

Avignon'da yapılan ilk eserler henüz Flaman etkisini taşısa da, resimde Fransız karakteri kesinlik kazanmaya başlamış ve üslup özelliklerinde bu durum kavranabilir hale gelmişti. Keskin bir hacim ifadesi ile ışık kullanımının plastik ve dramatik yoğunluğu, anıtsal resim düzenlerinde, insancıl ifadelerle dinsel duyguların uzlaşımını sağlayan görsel araçlar oluyordu.

Jan Van Eyck

Gotik heykel sanatı, gotik mimari gibi Fransa’da ortaya çıkmıştır. Kendinden önceki üsluplardan farklı olarak gotik sanatçıların güzellik kaygısı, heykele daha farklı bir boyut kazandırmıştır. Bu güzellik kaygısı aynı zamanda Rönesans akımını etkilemiştir diyebiliriz. Heykellerde güzellik amaç edinmekle birlikte anatomik özellikle halen oturmamıştır. Zira mimari yapılarda görülen uzunluk, heykellerde de kendini göstermektedir. Dönemin felsefesine uygun olarak figürlerin yüzlerinde ifadeler verilmeye çalışılmış, bakan kişiye konu edilen kişinin ruh hali elden geldiğince yansıtılmaya çalışılmıştır.

Heykeller anıtsal niteliktedir ve çoğunlukla dini yapıların içinden çok dışında rastlanır. Heykeller genellikle boyanırdı. Yüz ve eller ten rengine saçlar altın sarısına ve elbiseler de parlak renklere boyanır, toka ve mücevherlerle süslenirdi.

MEHMET ÜNAL

Çayyolu Life, Ocak 2014